İçinde anlatılmamış bir hikâye taşımaktan daha büyük bir eziyet yoktur. “Maya Angelou”

Ben ve Ruhun Diyalogları: Zamanın İçinde Kaybolanlar

Ben:
Dünya biraz dursa… Sadece bir an. Dinlenebilsem. Yoruldum. Her şey çok hızlı geçiyor, sanki zaman peşimi bırakmıyor. Hiçbir şey durulmuyor. Koşmakla geçiyor ömrüm… Zaman akıyor da ben mi akamıyorum?

Ruh:
Koşmak diyorsun… Peki neye varmak için koşuyorsun?

Ben:
Ruh, bu soruların yoruyor beni. Yorulmamın sebebi sadece yorgunluk değil. Hayatın hep bir koşturmacası var, fark eder mi? Sonuç değişmiyor; bir şekilde koşmak zorunda kalıyorsun.

Ruh:
Nereye koşuyorsun peki?

Ben:
Yine başladın… Her zamanki gibi günündesin. Sorularınla içimi sıkıyorsun. Ama bak etrafına! Herkes bir yere koşuyor. Yüzlerine bak, yorgunluk kazınmış her birine. Araçların içindekiler… kornalar, bağrışmalar, tahammülsüzlük… İnsanlar yorgun, sessiz bir çığlık gibi. İşten eve, evden başka sorumluluklara. Herkesin bir “yetişme” hâli var. Gün yirmi dört saat ama yetmiyor. Zamanın içinde insan tükeniyor. Yoruluyor. Duruyor. Zaman hızla akıyor, ama insan… akamıyor.

Ruh:
İşte tam da orada başlıyor mesele. İnsan zamanla birlikte akmalı. Zaman sadece bir takvim yaprağı değil; içinde sırlanmış bir hakikat. Bu hakikate kulak vermeli insan:
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip sâlih ameller işleyenler…”

Koşmak mı, akmak mı…? Belki de en önemli soru bu değil. Asıl mesele, bu hareketliliğin içinde insanın neye varmak istediği. Yolculuğa bir anlam yüklemek gerek. Mana vermek, maneviyata ermek.

Ben:
Yine başladın… Her zamanki gibi günündesin. Sorularınla içimi sıkıyorsun. Ama bak etrafına! Herkes bir yere koşuyor. Yüzlerine bak, yorgunluk kazınmış her birine. Araçların içindekiler… kornalar, bağrışmalar, tahammülsüzlük… İnsanlar yorgun, sessiz bir çığlık gibi. İşten eve, evden başka sorumluluklara. Herkesin bir “yetişme” hâli var. Gün yirmi dört saat ama yetmiyor. Zamanın içinde insan tükeniyor. Yoruluyor. Duruyor. Zaman hızla akıyor, ama insan… akamıyor.

Ruh:
İşte tam da orada başlıyor mesele. İnsan zamanla birlikte akmalı. Zaman sadece bir takvim yaprağı değil; içinde sırlanmış bir hakikat. Bu hakikate kulak vermeli insan:
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip sâlih ameller işleyenler…” bu değil. Asıl mesele, bu hareketliliğin içinde insanın neye varmak istediği. Yolculuğa bir anlam yüklemek gerek. Mana vermek, maneviyata ermek.

Ben:
Yine başladın vaazlarına. Tüm yolları dinin düğümüne bağlıyorsun. Çöz çözebilirsen sonra. Peki maneviyat dediğin şey ne? Nerede bulacağım? Nasıl varacağım?

Ruh:
Vaaz değil bu, sadece bir hatırlatma… Unuttuğun bir sesi geri çağırmak gibi. Zaten sen sorularınla başladın aramaya. Cevap sende gizli. Herkesin anlamı aradığı yer farklıdır.
Yusuf zindanda aradı kendini.
Eyyüp, sabırda.
İbrahim, teslimiyette…
Aşık Veysel, sazında.
Ramiz Rövşen, sözünde.
Aliya, izzetli bir duruşta.
Frankl, bir toplama kampında…

Sen nerede arıyorsun?
Ve asıl önemlisi: Nereye varmak istiyorsun?

Ben:
Bilmiyorum… Belki de durmak istiyorum artık. Sadece bir durak. Nefes alacak bir yer. Kendimi ve zamanı yeniden tanıyabileceğim bir boşluk.

Ruh:
O boşlukta başlar zaten dönüşüm. Durmak, yeniden başlamanın ilk adımıdır. Koşan beden yorulur, ama arayan ruh dinlenir. Anlam arayan insan, yolda bile bulur kendini. Belki cevaplar bir varışta değil, sorularla kurduğun dostlukta saklıdır..