Avdil dede, Başçarşı’nın eskimez çınarı. Pamuk sakallı, nur yüzlü ve tebessüm dolu bir insan. Tanıyan, tanımayan selam vermeden geçmez. Selam veren bir sebep bulup biraz daha sohbet etmek ister. Bakışlarıyla insanları kendisine çeker. Nüktedan ve hikmetli muhabbetiyle misafirleri ağırlar. Allahimanet der ve uğurlar. Nafakasını küçük bir tespih tezgahından kazanır. Kendi emekleriyle yapar tespihleri. Ahşaptan, kalın taneli, 33 haneli tespihler. Bosna camilerinin de vazgeçilmezidir bu tespihler…
Sabah Begova Camiinde namazını kılar, esnaf lokantası, “Aşcinica” da işkembe çorbasını içer ve mekâna geçer. Makamı, Mısırcı Muyo’nun tezgâhının hemen karşısındaki ulu çınarın gölgesidir.
Çarşının müdavimleri, onu deli diye çağırır. Bense bu duruma bazen kızarım.
“Dur! Evlat, deliye deli derler” der.
Hoşuna da gider. Anlamıyorum, bu veliye insanlar neden deli derler! Kime sorsam ser verip sır vermezler. Ailesi de yok ki kime sorayım! Hikmetini bilen üçlü; bakırcı çarşısı esnafından Mirsad, ayakkabıcı Meho dede ve ekmekçi Hamo abi de ona deli diye hitap ederler. Başkası cesaret edemez. Neyse ki kendisi de seviyor, vardır bir hikmeti…
Ekmekçi Hamo abi ile dedemin muhabbetine hayranım. Tam da buluşacakları vakitte orada olurum. Âşık atışması tadında muhabbetleri vardır. Avdil dedo, Hamo abiden beş bayram büyük. Büyük küçük demez her gün atışırlar. Güne, gündeme göre vardır hep hazır bir konu. Sanki bir gün önceden buluşup, sabahki tiyatronun provasını yaparlar. “Gözden göze anlaşır, sözden söze bir noktada buluşurlar.”
- N’aber ekmekçi?
- Ne olsun, aynı, koşturmaca be deli ağabey.
- Koşturuyorsun ama yine geç kaldın, insanlar ekmek bekler. Gerçi “tok nerden bilir açın halini.”
- Beklesinler biraz, açlıktan kim ölmüş be ağabey.
- Peki niçin bu koşturmaca?
- Günü doldurup, işleri bitirmek için. Bir vesile derdi tasaları da unutmak için.
- Hım, derdi tasaları unutmak!
- Evet. Senin gibi rahat değiliz, derdimiz tasamız var. Deli abim keyfin yerinde. Altında pamuk koltuk, elinde tespih, kurulmuşsun ulu çınarın gölgesine; çoluk yok, çocuk yok.
- Doğru dersin. Makam da mekân da imkân da yerli yerinde. E senin gibileri gördükçe de sabır çekiyorum tespihimle!
- Benim gibiler!
- Senin gibiler ya; koşturanlar, nereye koştuğunu bilmeyenler. İmkânın farkında olmayanlar. Bir pistin etrafında yorgunca dönenler. Uyurken yorulanlar. Yürürken, uyuyanlar…
- Doğru diyorsun uyanamadım hâlâ. Ayaklarım geri geri gidiyor. Akşam olsa da yatsak be deli ağabeyim.
- Bak şuna, alacağım elime şimdi. Koş insanlar ekmek bekler.
- Dur, delirme hemen ağabeyim, sen de hemen deliriyorsun. Tamam koşuyorum…
Begova Camii yanı başında, güneşle meşk ederek işleyen saat kulesinin akreple yelkovanı 12’de kavuşunca, akşam vakti olur. Hicaz makamında okunan ezanla, çarşının kadimleri Begova Camiinde buluşur. Tezgâhlar ve kepenkler kapatılmıştır. Evli evine geçmeden çarşı ahalisinin son durağıdır. Yatsı namazında herkes kendi mahallesine intikal eder. Cephe boş bırakmaya gelmez derler, herkes kendi mahallesindeki camide olur. Sabah seher vaktinde, çarşının merkezinde âşıklar yine yeniden cem olur. Dedem sadece ezana, kıyama, secdeye ve duaya varmak için koşar…
Çarşıda ekmekçi ile delinin muhabbetine sabahın seherinde, koşuyorum. Vardığımda Meho tezgâhı açmış mısır satıyor, ekmekçi tam zamanında ulu çınarın dibinden geçiyor. Gezginler hayretle Trebevic’e çıkan teleferiği seyrediyor. Ya dedem? Ekmekçi, ulu çınarın üzerinde asılı ilanı gösterir boynunu bükerek. İlan; Avdil (kimsesiz) cenazesi öğle namazına müteakip… Hamo derin bir iç çekerek;
– Koştu deli, Rabbine varmak için koştu. Kimsesizlerin kimsesine, Hakka koştu…
