“Varlığım, benimkilerden daha güçlü olan ellere teslim edilmişti.”
Bir başımayım. Yetmiş yedi yaşında, Rahmana kavuşmaya gün sayıyorum. Bir göz odada, bu koca bahçeli evde yaşıyorum. Elleri kana bulanmış komşularımın yanı başında. Sınırıma, değerlerime, benliğime tecavüz eden komşularımın varlığında. Ailem, sevenlerim ve dahi sınırlar ötesinden ziyarete gelenler, nasıl yaşayabildiğimi soruyorlar. Nasıl mı? Biz, Srebrenitsalılar, inatla ayakta kalırız. Haksızlığın karşısına dikilmenin, Hakkı duyurmanın inadıyla.
Her geçen gün bekleyişin gerilimi dayanılmaz oluyor. Bazen çığlıklarımın duyulmadığını düşünüyorum. Gecenin karanlığında Drina Nehrine yansıyan yıldızlar, yolumu aydınlatıp umut yeşertse de enkaz dolu bahçemde, yoruluyorum. Haneme tecavüz ederek, benim avluma zoraki yapılan kiliseyi gördükçe daralıyorum. Ne kilise ne de onların inancı benim meselem değil. Zorbalıklarını kaldıramıyorum. Kanlı elleriyle, beni yok sayarak çizgiyi aşmalarına tahammül edemiyorum. Yıkmaya gücüm yetmiyor. Bende düşlerim de avlumu işgal eden yapıyı yok ediyorum. Benim oluyor bana ait toprağım yeniden diriliyorum. Elbet bir gün düşlerim de gerçek olacak, inanıyorum.
Biz, Boşnaklar, mabede karşı değiliz. Yıllarca aynı avluda büyüdük, oynadık, törenler, şölenler yaptık. Onlar, bunlar, şunlar olmadı. O kadim dönemde hep biz olarak kaldık. Gümüş madeniyle doluydu yöremiz; ortak kültürümüz ondan da değerli bir madendi. Ta ki o kara gecenin, kabus dolu günleri gelip çatana kadar. Komşularımızın elleri kana bulanıp, bize öteki gözüyle bakana kadar. Çocuklarımızı, gençlerimizi, eşlerimizi ve akrabalarımızı katledinceye kadar. Srebrenitsa da gümüş yerine, sevdiklerimizin naaşlarını, soykırımın izi toplu mezarları buluncaya kadar…
Her şeye rağmen nefret tohumları kalbimizde yeşermedi. Yapılanları da unutmadık. Yüreğinde merhameti büyütenler, bizler, dosdoğru çizgimizde yaşamaya devam ediyoruz şimdi. Peki ya yanı başımızda, ruhları bize uzak komşularımız, eli kanlı olanlar, sınırları aşmaya devam ediyor. Çünkü onlar nefret ekiyorlar. Şu Drina’ya bakın, ne kadar da gür akıyor. Akışı hayat veriyor etrafa. Onlar bu hayatın sadece kendilerinin olsun istiyor. Biz mi sadece ötekiyiz onlarda? Aslında, Drina onlar ve bizi bir çizgiyle ayırıyor. Doğal bir çizgi. Karşıda onlar, burada biz varız. Bu kadar yaşanılandan sonra da Biz olmaya talip değiliz. Herkes çizgisini bilsin yeter. Herkes yaşadığı yerde çiçek açsın yeter. Nefret ekmesin, nefret biçmeyelim, yeter!
Yeter diye bağırasım geldi yine. Yorgun bedenin içinde teslimiyete hazır bir ruh haliyle yirmi yıldır bekliyorum. Ne kadar bekleyeceğimi bilmiyorum, ama ne için beklediğimi bilmenin huzuruyla, sabır gösteriyorum. Bu mücadele; kanlı ellerin, güzel bahçeme zoraki diktikleri kilisenin yıkılması içindir. Torunlarımın tekrar memlekete dönmesi içindir. Şehitlerimizin canıyla savunduğu vatan toprağının savunulması içindir.
Hey gidi koca Fata, yüzündeki her bir çizgi bugünü bekleyişin çentiği adeta. Her bir mücadele, işaret misali yüzünde. Uzun zamandır aynaya dahi bakmıyorum. E bu haber vesile oldu. Ne yapayım tadını da mı çıkarmayalım. Onca yıldan sonra nihayet adalet galip geldi. Bahçemdeki istilanın, kilisenin, yıkılacağını öğrenmek, çok sevindirse de, bu mabedin yıkılmasına gönlüm el vermiyor. Mabet kutsaldır, yaratılanla, yaratanın buluşma yeridir. Yapan da kendileri, yıkan da! Beni/bizi kötü göstermek için yıkıp, düzelmeye yüz tutan bağları tekrardan yıkacaklar. Ben onlara yolun karşısına mabedinizi taşıyın dedim. Ama onlar her fırsatta yıkmayı, fesadı, zulmü kendilerine yakın görüyor. Ben üzerime düşeni yaptım. Olanda hayır vardır. Neyse, bu güzel habere bir kahve içilir. Penceremin baş ucunda eşsiz manzara; orada ama orada değil kanlı kilise. Dışarıya baktığımda gözüme ilişmiyor artık. Son demleri ya, korkuyor gözüme bakmaya… Oh mis Konyeviç Polye’nin tamamını görebiliyorum. Bana sanki dünyanın tamamını seyrediyormuşum gibi geliyor. Saraybosna-Zvornik yolu manzaramı kaplayan kanlı klisenin yayıldığı arazimin tamamını artık görebiliyorum. Hudutsuz bir manzaram var. Şu tepelerin ardında kalan Kuşlat Cami bile gözüküyor. Bir haberle gözlerimdeki katarakt bile şifa buldu. Daha önce baktığımda sıkış tıkış görünüyordu. Ya Hay, şükürler olsun!
- Fata Fata , ne oldu, hayrola?!
- Hayır hayır, gel ilk müjdeyle sen nasiplen Safet efendi. Şu kiliseyi görüyor musun?
- Yahu bunun neresi hayır? Gözüme gözüme soktun şimdi, yıkılasıcayı.
- Dur be Safet, sende celallenme hemen. Ben artık bakınca orada bir şey göremiyorum?
- Nasıl yani, senin katarakt mı kör etti, ne oldu Fata, diğer göz de mi gitti?
- Safet gönül gözünle bak, göreceksin.
- Darlandım artık, söylede sen de ben de olanı birlikte seyredelim.
- Saraybosna’dan aradılar, sınırımı işgal eden kiliseyi haftaya yıkılacağının haberini aldım.
- Ne diyorsun sen Fata?! Elhamdülillah, elhamdülillah. Biliyordum, bu günleri göreceğimizi. Bizim görmemize pek umudum kalmamıştı. Mevla bize de merhametinden bağışladı.
- Şimdi evimden dışarı bakınca sanki eski zamanlara dönmüş gibi oldum. Güne başlarken gökyüzü ışıl ışıl parlıyor. Gece olduğunda yıldızların arkasında karanlık olduğunu bilsem de, ay ışığı avlumu aydınlatıyor. Safet Efendi yirmi yıl. Benim olanı, benim olduğunu ispatlamaya çalışmanın yirminci yılı. Sonunda kazandık. Bu arazi benimdi. Ama mücadele bizim, hepimizin. Kanlı ellerden aldım ya, hilalin aydınlığında karanlığa karşı güçlüyüm artık.
- Ne okkalı laf ettin Fata. Dur eve gideyim de bir gül şerbeti getireyim. Bu güzel haberin ardından, ruhumuzla beraber, bedenimiz de ferahlasın.
- Dur be gitme, zahmete gerek yok, ben sana şu bahçeye dikeceğim güllerin hayalini anlatayım.
- Ne zahmeti Fata, bırak da “Allah’ın bize verdiği nimetin tadını çıkartayım.” Sonra seni de dinlerim.
- Oh ne iyi geldi, Allah razı ola. Şu köşeyi görüyor musun? Kanlı mabedin yıkıldığı yeri, meyveler dikeceğim oraya. Gelen geçen yesin, isteyen torbasına da alsın. Dallarını incitmesinler kafi. Meyve veren ağacı taşlayanlar da olacaktır. Olsun, o ağacın kaderi. Meyve vermezse kim ne yapsın. İmkanın, imtihanı o. Sınırların etrafını rengarenk çiçeklerle donatacağım. Bir köşeye sadece laleler dikeceğim. Lale İstanbul kokuyor. Srebrenitsa da İstanbul’u koklamak istiyorum. Ziyarete gelen dostlarımız uzağı yakın ediyor sağ olsun. Bahçemde onları da görmek güzel olur.
- Maşallah Fata, heybende yok yok. Beklerken vakit geçti. Geçende ömürden gitti. Vakit yaklaşıyor, sonra devam edelim. Bu ayaklarla anca yetişirim. Hoca efendi çağırmadan gideyim. Gideyim de, cami cemaatine de vereyim müjdeyi.
- Dur be Safet! sen de daha vakit var. Şurada uzun zaman oldu, gönülden coşa gelmeyeli. Neyse ölmeden gömdün sen bizi, doğru anca yürürsün. Bu yaşta artık, biz ayakları taşıyoruz. O zaman sana vasiyetim olsun Safet Efendi. Burası bir yalancı cennet olsun istiyorum. Rengarenk çiçekler olsun, meyve veren ağaçlar. Cıvıl cıvıl ötüşen hu kuşları dolsun. Yoldan geçen herkes öteki olmadan nasiplensin bu bahçeden. Herkes çizgisini bildikçe, sınırını geçmedikçe buyursun. Göç zamanı geldiğinde, cennete yakışan bu bahçeden uğurlasınlar beni. Senden önce çıkarsam yola, bu düşleri torunlara aktarmak da sana vazife olsun!
Kanlı ellerle dikilen kilise yerle yeksan oldu. İnadım, onların planlarının dışındaydı. Yaradan’ın planına teslim oldum. Sabır zikrine sarıldım. Zamanla, Drina nehri ve ben birlikte aktık. Akış oldukça, hayat can buldu. Durulmadım. Dursaydım, hayat da duracaktı. Drina’yla beraber akmaya devam ediyorum. Drina, sınırımızı, yolumuzu çiziyor. Bu nehrin en büyük kolu, onların kurduğu dünyanın dışına doğru akıyor. Biz, nefrete karşı gelenler, hep burada çiçek açacağız. Burada var olacağız…“Artık rahatça bahçeye çıkıp kahvemi yudumlayabilirim.”
