Küçük, basit şeyler insanı kederlendirmeye yetiyor, peki ya umuda ne demeli? Kötülük bu denli cömertçe yayılırken, iyiliğin paylaşımında neden bu kadar cimri olunuyor? Dünyada kötüler ve kötülük mü daha fazla, yoksa iyilik mi azaldı? Aslında iyilerin ve iyiliğin hâlâ ağır bastığı açık, sadece fark etmekte zorlanıyoruz. Haydi, bir kez de hayretle bakalım etrafımıza. Eğer bize yeni bir gün armağan edildiyse, aldığımız nefesin farkına vararak başlayalım. Sabahın erken saatlerinde yolları temizleyen emekçilere bir selam verelim, günümüze bir tebessüm katalım. İyiliğin elçiliğine adım attığımızda, çevrenin nasıl değiştiğini hayretle göreceğiz.
Her insan bir hikâye taşır ve bu hikâyeyi gün içinde biriktirdiklerimiz şekillendirir. Zihin motorumuzda en çok neyi arıyorsak, karşımıza ilk o çıkar. Mahallede gördüğümüz bir kedinin sevimli bakışları mı, yoksa dünden zihnimizde kalan patronumuzun sert yüzü mü? Hikâyelerimizi biriktirdiklerimizle oluştururuz. İyilik mi fazla, kötülük mü? Cevap, meselelere ne kadar ince bir bakışla ve zarafetle yaklaştığımızda gizli. Şair Seyrî’nin dediği gibi, “İnceldiği yerden kopar eşya kafa yor; İnsan da kalınlaştığı yerden kopuyor.”
Zarafet, sadece ince eylemlerle değil, o inceliği fark etmekle başlar. İşte bu yüzden, Balkanlar’da tanık olduğum zarif gelenekleri ve ince ruhu yansıtan hikâyelerden bir kesit paylaşarak iyiliğe bir örnek bırakmak istiyorum.
Balkan insanının zarafetini evlerinin peyzajından anlarız. Her şey yerli yerindedir. Toprağın yapısına ve komşuluk hakkına göre evler konumlanır. Bahçenin çitleri evle uyumludur. Bahçeye dikilen çiçekler, özenle bakılan çimler, oturup nefes alacak bir çardak, çocukların oynadığı ve ev yapımı yiyeceklerin hazırlandığı avlu… Evin kapısındaki zarif tokmağa kadar her şey yerli yerindedir. Bosna’daki nene Hayra’nın evi, her sene en iyi peyzaj ödülünü alır. Nene 80 yaşlarında; iki çocuğunu savaşta kaybetmiş, eşi ise onların acısına dayanamayıp göçüp gitmiş. Bu acı dolu hikâyesine rağmen yaşama sıkı sıkıya sarıldığı, bahçesinden belli oluyor. Bu çabasını sorduğumda, “Evladım, burası benim bu dünyadaki cennetim. Cenneti hayal ederek bu bahçeyi kurdum. Göçüp giderken de bir cennet bahçesinden uğurlanmak isterim,” diyor. Ne ince bir bakış açısı… Yaşarken cenneti tasarlamak.
Ev kurmak, iki hayatın birleşimiyle başlar. Telaşsız ev kurmak, iki gönlün ne istediğiyle bağlantılıdır. Balkanlarda evlilik vakti geldiğinde gençler kendi hazırlığını yapar, ihtiyaçlarının farkında olarak sade bir düğün düzenlerler. Ana mesele ikramdır; herkes elinden gelenin en iyisini sunar. İhtiyaç merkezli telaşlar vardır, maddiyat değil. Samimiyetle yuva kurulur ve bu muhabbetle devam eder.
Muhabbet denilince akla kahve gelir Balkanlarda. Kahveler ağır ağır içilir, muhabbetle demlenir. Kulpsuz cezvelerin üzerinde taşan köpüklü efkârla yudumlanır. Evde ne varsa o ikram edilir; bazen bir lokum, bazen tahin helvası. Misafir ne bulduysa onu yer, ev sahibinin telaşı yoktur. Gelen, evin iklimine teslim olur, umduğunu değil bulduğunu yer. İkram eden, olduğu gibi görünür ve öyle sevilmek ister. Muhabbet, tevazu, şükür ve samimiyetle birleşince zarafet ortaya çıkar. Misafir hoş geldin kahvesiyle karşılanır, dinlenir, ilgilenilir ve güle güle kahvesiyle uğurlanır. Balkan insanının her dem kahve içmeye bir bahanesi vardır; aslında muhabbete.
Balkanlarda sadece insanlar değil, özel zamanlar da büyük bir özenle karşılanır ve uğurlanır; Kandiller, Ramazanlar, Bayramlar… Ramazan-ı Şerif gelmeden bir gün önce, mahalle halkı en güzel kıyafetlerini giyer, çocuklar ellerinde balonlar veya meşalelerle mahallenin camisinde buluşur. Ramazan coşkusunu hep birlikte karşılarlar. Akşam ezanıyla birlikte balonlar göğe yükselir veya geceyi aydınlatan meşaleler yakılır. Sonra hep birlikte akşam namazı eda edilir. Mahallenin çocukları birbirine hediye takdim eder. Sahurlar ve iftarlar buluşmanın farklı bir bahanesidir. Camilerde mütevazı iftar sofraları kurulur, teravih namazları kılınır.
Bir gün Bosna’da, teravihe katıldığım bir camide, namaz sonrası bir amca küçük kaplarda namaza gelenlere bal dağıtıyordu. Namaz sonrası lokum, çikolata ikramı görmüştüm ama bal ikramını ilk defa görüyordum. Amca balları dağıtırken latif bir sesle “lütfen alın, bunlar benim ballarım”. Şaşkınlıkla bu ikramı geri çevirmedim. Asıl hayretim, yaşadıklarımızın manasını idrak eden bir dostumun anlatımıyla yeşerdi. O gün Nahl Suresi’nde balın mucizesi anlatılmıştı: “Onların karınlarından, farklı renk ve çeşitlerde şerbet (kıvamında bir sıvı) çıkar ki onda insanlara şifa vardır.” Amca, cemaatini bu mucizeyi tatmaya davet ediyordu. Ramazan’ın 16 sı olduğunda, amcanın latif daveti, enfes balı, balın mucizesi, cami cemaati, kısacası oradaki tüm detayı hatıllarım. Nasıl ince bir ruh!
İnce ince dokunan kalpler özel günleri nasıl uğurlar? Birde ona bakalım. Bosna’da bayram sabahları, asırlardır süregelen zarif geleneklerin en güzel yansımalarından biridir. Saraybosna’da Gazi Hüsrev Bey Camii, bayram namazında dolup taşar. Sabahın erken saatlerinde camide yer kapmak için gelenlerin derdi Bayram meşkine katılmaktır. Yunus Emre Divanı’ndan kasidelerle ruha işlenen bir bayram sevincine tanıklık ederler. Reis-ül Ulema’nın okuduğu hutbe, cemaatin gönlünde derin izler bırakırken, herkes tanısın tanımasın birbirine “Bayram şerif mübarek olsun” diyerek selamlaşır; bayramın ilk cümlesi, dostluğun kapısını aralar.
Namaz sonrası, erkekler evlerine dönerken, annelerine, eşlerine, kızlarına ve evdeki tüm kadınlara çiçek götürmeyi ihmal etmezler. Bu çiçekler, Ramazan boyunca emek veren kadınlara teşekkürün en zarif sembolüdür; “Eksik olmayın, var olun” dileğiyle sunulan bu armağan, muhabbetle uzatılan bir gönül bağını temsil eder. Bayramın ikinci gününde ise erkekler evde kalır, hanımlar bayram ziyaretlerine başlar. Kadınlar arasında yapılan bu ziyaretler, samimi sohbetler ve karşılıklı nezaketle geçer, bayramın zarafeti ve inceliği muhabbetle harmanlanarak devam eder. Bayramlar Bosna’da böyle karşılanır ve uğurlanır; her köşe başında zarif bir hikâye saklıdır.
Şimdi soruyu bir kez daha hatırlayalım: Küçük, basit şeyler insanı kederlendirmeye yetiyor, peki ya yüzlerce iyilik varken umudu fark etmek neden bu kadar zor?
Cevap, her bireyin kendi özünde gizli. Eğer iyi hikâyelerinizin yok olduğunu düşünüyorsanız, gözünüzde süzülen detaylara, kulağınızdan kalbe inen sözlere, zihninizde damıtılan bilgilere ve birlikte zaman geçirdiğiniz insanların hallerine bir kez daha dikkatle bakın. İyilik, ince bir bakışta ve insanın kendi ruhunda saklıdır. İyiliği yalnızca özel günlere, mekânlara ya da şahsiyetlere indirgemek, onu dar bir alana hapsetmek demektir. Oysa iyilik, hayatın her anına yayılabilir ve zarafetle sunulabilir. Zihinlerimizi kötülüğe değil, iyiliğe odakladığımızda, çevremizdeki incelikleri fark etmeye başlarız. Asıl mesele, kötülüğün yaygın olduğunu düşünmekten vazgeçip, iyiliği fark edebilme yetisini geliştirmektir. Unutmayalım ki dünya hâlâ iyilerin omuzlarında duruyor; ve belki de tek yapmamız gereken, biraz daha dikkatle bakmaktır.
M.Yasir Cebeci
Bağlar Dergisi – / 7.Sayı